İnsan için düşünmek önemli bir eylem. Ancak düşündüğünü açıklamak, açıklayabilmek daha önemli. Açıklanamayan düşüncenin hiçbir anlamı yoktur. Olsa olsa o bir kukumav kuşu eylemi olabilir.
Mustafa Kemal Atatürk, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde halka yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Bireyler düşünür olmadıkça, kitleler istenilen yöne herkes tarafından çekilebilir.” Çok önemli bir saptama. Nitekim bu belirlemenin doğrulandığını hem yurdumuzda hem de yurt dışında her daim görüyoruz ne yazık ki!
Tarihin her döneminde iktidarlar, saltanatları sürsün diye, düşüncenin üstesinden gelemeyince düşünenin üstesinden gelmeye çalışmıştır. Sadece iktidarlar mı? Gerçeklerin ortaya çıkmasından korkan her kesim, her çağdışı oluşum bu nedenle düşünen aydın insanları katletmiştir. Bunun örnekleri ülkemizde de çok. Ama bunları saymaya yüreğim el vermiyor. Zaten siz değerli okuyucular da bunları biliyorsunuz.
Genel bir söyleyişle, ülkemiz için kimi olumlu işleri ve dönemleri göz ardı etmeden (ne yazık ki “Kuruluş”un başlattığı aydınlanmayı yaşatamadık) denilebilir ki; bu ülkenin yaklaşık 200 yılı demokrasi ve özgürlük mücadelesi ile geçmiştir ve ne acıdır ki, halen bu mücadele sürmektedir. Bu uğurda nice aydın, sanatçı, yazar, emekçi onca acılar çekmiş, zindanlarda çürütülmüş, katledilmiştir. Bir başka deyişle, 200 yıllık tarih aynı zamanda demokrasi savaşımının, acıların ve utançların tarihidir.
Bu yazıda; düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün olmadığı bir ortamda, egemen anlayışa aykırı şeyler dile getirildiğinde, insan özgürlüğünün ve yaşamının tehlikeye girdiği, yazarların, aydınların özgürce üretimlerini sergileyemedikleri, susturulduklarına bir örnek olmak üzere, kamuoyunca çok fazla bilinmeyen bir olayı aktarmak istiyorum. Bu olay, bir dönemi ve korkularını açıklarken, aynı zamanda sanatçıların yaşamak zorunda kaldıkları zorluk ve sıkıntıları da göstermektedir. Ne yazıktır ki aradan geçen onca zamana ve değişimlere karşın, güzel ve garip ülkem aynı sıkıntıları ve acıları şimdi de daha beteriyle yaşamaktadır.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiri 1947 yılında “Sanat ve Edebiyat” dergisinde yayımlanır. Şiirin adı “Bir Şey”dir.
“Bir şey ki hava gibi, ekmek gibi, su gibi
Lâzım insana lâzım onsuz olmuyor
Ana baba gibi, dost gibi, yavuklu gibi
Kalp titremeden, göz yaşarmadan olmuyor.
Bir şey ki gözümüzde memleket kadar aziz
Aşk ettiğimiz, kendimize dert ettiğimiz
Adını çocuklarımıza bellettiğimiz
Bir şey ki artık hasretine dayanılmıyor.”
Cahit Sıtkı’nın iki dörtlük olarak yayımladığı bu şiir yarım bir şiirdi, devamı vardı ancak yayımlanamamıştı. Kendimize dert ettiğimiz, aşk ettiğimiz, hasretine dayanılamayan o “bir şey” de merak konusuydu. Aradan on yıl geçtikten sonra, ortamın görece rahatladığı bir zamanda şiirin tamamı yayımlanabilecekti. O “bir şey”in, adının anılmasına bile izin verilmeyen büyük şair Nazım Hikmet olduğu ancak o zaman öğrenilebilecekti.*
“Bir şey daha var yürekler acısı
Utandırır insanı, düşündürür
Öylesine başka bir kalp ağrısı
Alır beni ta Bursa’ya götürür.
Yeşil Bursa’da bir garip kuş
Otur denmiş oracıkta oturmuş
Ta yüreğinden bir türkü tutturmuş
Ne güzel dünyada hür olmak hür
Benerci, Jokond, Varan Üç, Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağabey hapislerde çürür”
Sanatçılara, aydınlara tüm dünyada ve ülkemizde çok acılar çektirilmiş ve ne yazık ki, çektirilmeye devam ediliyor, hâlâ. Ancak tarih, hep o sanatçıların, aydınların adını kazıyor belleğine, onurla ve çöplüğüne atıyor acı çektirenleri, buruşturarak…
_______________________________
*Oktay Akbal,03/02/2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Bir Şey Var ki…” başlıklı köşe yazısında bu şiiri yayımlamıştır.